31 Aralık 2015 Perşembe

Yılbaşı Nedir? Yılbaşı Kutlanmalı mıdır?




YILBAŞI Yeni yılı karşılamaya ne az kaldı demi? Saatin tiktakları sona doğru süratle hücum ediyor. Hindiler, çam ağaçları ve olmazsa olmazımız kırmızı donlar. Giyinip kuşanıp hep beraber bir pagan inancını daha kutlayacağız. Sabırsızlık dorukta az kaldı az… İnsanlarımız… gülsün, eğlensin, kendinden geçip çam ağaçları kessin, kumarlarla ocaklar sönsün, bünyelerimiz ve zihnimiz zehirlendikçe biz ve dünyamız güzelleşsin. Nasılsa biz içince güzelleşen bir milletiz! İçelim güzelleşelim! Evet, daha çok içip daha çok yozlaşalım. Yozlaştıkça daha çok onlara benzeyelim belki o zaman bizi kapıdan içeri alır ve baş tacı ederler. Nede olsa biz taklitçiliğin en zirvesindeyiz Batı’dan daha çok batılıyız ve bu konuda kimse elimize su dökemez. Felekten bir gece bu; çalın ne kadar çalabilirseniz siz çaldıkça, kimliğimiz kaybolsun, bizi benliğimizden koparsınlar, çok değil yılbaşı ertesi muhasır devletler seviyesine çıkarız. Bizim kuşağın zihnini gece tam 12 de çıkan dansözle yozlaştıran medyamız, şimdiki kuşaklara daha merhametsiz; işi bir dini bayram havasında kutlayarak bu sapkın âdeti adeta kutsallaştırıp gelecek nesle yozlaşmayı miras bırakmak için kendini yırta dursun. Milli piyango kuyruklarında zengin olmak için çırpınan büyükler çoluk çocuktan bihaber yılbaşı ertesi alacakları havuzlu villaların hayali ile pembe düşlere doludizgin ilerlesin. taksim deki tek ağaç için ortalığı karıştırıp yılbaşı için kesilen o kadar çamın hesabını mahşere bırakalım, kurban bayramında hayvan katliamı nutukları yılbaşı günü hindilerin semtine dahi uğramasın. Vur patlasın çal oynasın kadehler yerlere dağılsın Taksim Meydanı dolsun taşsın. Memleketin polisleri soğukta ayazda sapık avına çıksın. Amaaan sabahlar olmasın ki, Batı dünyası kardeşi kardeşe daha çok düşürsün dünyanın çivisini sökercesine cinayetler planlasın, savaşlar çıkarsın, ürettiği silahları pazarlayıp sonrasında Deli Dumrul misali Dünya jandarmalığına soyunsun. Garip Müslümanlar sefillik içinde kan içinde kalsın. Bizse onların bo… Bile keramet arayıp bulup daha çok onların hurafelerini yaşatmak için çırpınalım. Noel veya yılbaşı adı ne olursa olsun. Tüm batı ve halkımız o gün pagan Roma’nın mitra bayramını kutlayacaklardır. Üstelik Papa “ bizde biliyoruz İsa’nın doğum günü olmadığını ama gelenek olmuş değiştiremeyiz”. Dese de bizim insanlarımız halen daha Alanyalı Nicola’yı kuzey kutbundan ren geyikleriyle onlara getireceği hediyeleri bekleye dursun. fakaaaaat uslu bir çocuk olma kaydını da unutmayalım. Yüce Rabbimiz, Kur’anda, “Dinlerini uymadıkça Yahudiler de, Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki : Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur…”(Bakara Sûresi, Âyet:120 Turgay Adlım

29 Aralık 2015 Salı

Düşmanda olsak bir çocuğu babasız bırakamam...






Eller silah değil, kalem tutmalı. Çok istememe rağmen izlemekte geç kaldığım bir filmde geçen bir cümle. Okumak isteyip okuyamadığım bir kitaptan uyarlanmış 80'ler dönemini konu alan bir eser. İşin siyasi kısmı A görüşü veya B görüş ile alskalı değil konum. Beni alakadar eden kısım öncelikle aradan geçen 30 yıla rağmen ders alamamış olmamız. Eserde şair ve yazar olan kahramanımızın bir yazısının son cümlesi" Eller silah değil, kalem tutmalı." 30 yıl evveli için kullanılmış bir yakarış. Can kayıpları, hürriyet mahrumiyetleri, iskencelerde çürüyen ömürler , parça pinçik edilen onurlar yani kisacasi kaybın fatura büyük... Alınan ders yok.... Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen ellerin kalemi,kitabı ,defteri daha sıkı tutması gerektigi eğitim yuvalarında eller kaleme hasret... Yazık mı? Ey insaf mı? Ey Hak mı? Başka bir sahne, başka bir hüzün ,baska bir dram... Bir başka kahramanın evinden çıkmadan evvel eşine veda cümleleri kurmasından sonra eşi telasla soruyor; ne oluyor, bu cümeller neden, nereye gidiyorsun? Cevap otuz yıl öncesine değil günümüze daha uygun sanki. "Belki k.... bir kurşun, belki soğuk bir bıçak........" diye başlıyor. Ne zor değil mi evladını, eşini , aileni, sevdiklerini son defa görüyor gibi vedalaşmak her ayrılışta. Şimdi ölüm ne zaman gelecek bilen var mı ? Her defasında böyle değil mi ? Uyuyup uyanamama ihtimalimiz varken yani uyku bile ayırmaya yetiyorken sevdiklerimizden bizi normal olanda bu değil mi? Sevdiklerimize sonndefa görüyormuş gibi davranmak. Öyle davranmalıyız veda ne zaman yazılmış bilinmez. Yazılmışsa anlina insanin vakitsiz veda türküsü ha bugün ha yarin ne zaman gelirse erken ne zaman gelirse vakitsiz. Buna itirazımız yok ama k... Kurşunlar , soğuk bıçaklar , kasıtlar bizim itirazımız... Ellerin kaleme hasret kaldığı mekanlarda k... kursunlara , soğuk bıçaklara nice bedenler boyun bükmedi mi bükmeye devam etmiyor mu? Son sahneleri yaklasiyor eserin. Vakitaiz veda türküsünün vaktini bekleme esareti gözler önüne seriliyor.Daha önce babasını soran oğluna kurduğu cümleyi şimdi abisini soran küçük kızına tekrarlayan ana sahne de derki kızına;" Abin babanın yanına gitti. Bir daha gelmeyecek , vakti geldiğinde biz onların yanına gideceğiz." Evet emribaki vuku bulduğunda biz bizden önce gidenlerin yanina gideceğiz. özleyip göremediklerimizin, konuşup duyamadıklarımızın yanına gideceğiz. Ulu Tanrı bize özlediklerimizin yanına özlediklerimizin yüzune bakabilecek onurla gitmeyi nasip etsin. Son kelimelerde eserden damlayacak kağıdıma. Kahramanlarımızdan biri arkadaşını öldüren birisinden intikam alma duygusuna kapılır. Bir akşam intikam hırsı ile düsmanının evinin önünde beklemekte. Düsman gördüğü kişi evine gireceğı sırada belinden çıkardığı soğuk çelikten ölüm icadını düşmanına yönetir. Tam soğuk çelikten ölüm kusturacağı sırada bir kız çocuğu hedefteki kişinin boynuna sarılıp baba seni çok ozledim diye haykırır. Soğuk çelikten ölüm çıkmaz. Neden ölürmediği sorulunca kahramanımızin cevabı kulaklara küpe olası. "Düşmanda olsak bir çocuğu babasız bırakamam..."


KARAÇOCUK

28 Aralık 2015 Pazartesi

Narsizm nedir?




Narsizm:
Kişinin kendisine tapması, kabaca tabirle kişinin kendisine aşık olması olarak tanımlanan bir terimdir. Dini açıdan enaniyet diye ifade edilen bu davranış en büyük yedi ölümcül günahlardan biridir. Hatta ayette sabit olduğu üzere asla cennete giremeyecek kişilerin en başında yer alır. Bu kişi orucunu tutsa secdeye kapansa bile secdesinde biraz benlik, biraz kibir, biraz kendini büyük güç sahibi zannetme gibi duygulardan kendisini soyutlayamacağı için ibadet ettiği mabuduna meydan okuma, onunla güç yarıştırma duygusunu içinde yok edemeyecektir.
Freud Narsisizmi ‘Dış dünyadan soyutlanan cinsel enerjinin egoya yani bene yönlendirmesi şeklinde açıklamış. Yani cinsel enerji ve dürtülerin büyük bir depoda toplanır gibi egoda toplanıp daha sonra nesnelere yönlendirilmesi eğer yönlendirilecek nesne bulunamazsa bir bumerang gibi aynı dürtüler geri dönerek "ben"in kendisi haline dönüşmesi olarak açıklıyor. Freud , bunu da cinsellikle açıklamış.
Tanımdan da anlayacağınız üzere bu bir hastalık; fakata megalomani ile karıştırmamak lazım. narsistler kendilerinin başkalarından üstün olduğuna inanırlar, megalomanlar ise üstün olmadıklarının bilincinde; başkalarını indirgeme aşağı çekme gayretinde olanlardır.
Aslında çıbanın başı yunan mitolojisindeki Narkissos denen adamdır.Narkissos çok yakışıklı bir avcıdır. Ekho adlı güzel peri kızı Narkissos'a aşık olur. Fakat Narkissos aşkına karşılık vermeyince kendi içine kapanarak acısından ölür. tanrılar bu yüzden Narkissos'u cezalandırmaya karar verir. Narkissos ava çıktığı bir gün su içmek için nehire eğildiğinde sudaki yansımasını görünce büyülenir. Gördüğü vücut ve yüzün güzelliğinden kendisini alamaz. Kendine aşık olur. O da Ekho gibi günden güne erir. Yemez içemez dış dünyadan soyutlanır. Sadece kendini izler ve olduğu yerde ölür gider. Nergis çiçeğine dönüşür.
Bilindik yunan efsanesi, her açıdan saçma olsa da için büyük bir gerçeği barındırdığı da yadsınamaz. Hepimizin içinde aynanın karşısına geçip ayna ayna söyle bana var mı benden daha güzeli ?demek geçiyordur. Bunu sadece içimizden diyorsak bu o kadarda abartılacak bişe olmamalı. Fakat o aynada gördüğümüz yüzde gelmiş geçmiş bütün kahramanların asaletlerinden bir parça taşıdığına inanıyorsak, türümüzün en güzeli örneği olduğumuza,asla reddedilemeyeceğimize, en iyi rol yapan en iyi havada uçan en iyi karada kaçan en iyi sı.. yada en iyi sakız çiğneyen, bulunmaz bir hazine olduğumuzu, bedenimizin mumyalanıp saklanması gerektiğini ,bastığımız toprakların milli park ilan edilmesi gerektiğini ,gücümüzün sonsuz ve erişilmez olduğunu düşünüyorsak işte biz narsist kişilik hastalığına yakalanmışız demektir.
Bazılarımız bunun farkında bile değildir.Sanal sosyal ortamlarda sıkça gördüğümüz kendi iletisini beğenen kişiler aslında tipik bir narsistirler. Sık sık kendi resimlerini paylaşırlar. Devamlı denetlerler kaç like aldı, kaç kişi beğendi. Eğer bunları yapan bir kızsa o sıra oradan geçen bir abazanın iltifat yağmuruna tutulduysa hiç mütevazi davranmaz "ayy evet öyleyim wink ifade simgesi aynennn burda çok tatlıyım kiiii", "ellerim çok güzeeeeeel", "dudaklarım ne tatlı burdaa" şeklinde yazılar yazar. Bunlar olurken kendisini dev aynasında görüp fizikselliğin ötesinde karakterinin diğer insanlardan ustun olduğunu düşünür. Ve müthiş derece ilgi manyağıdırlar. Çevrenizde böyle birisi varsa en yakın doktora insaniyet namına kavuşturmanız gereklidir. ciddi derecede psikolojik desteğe ihtiyaçları vardır.
Gerçi tedavisi en zor olan hastalıktır. Çünkü narsisti kişi, kendisinde bir rahatsızlık olduğunu düşünmez. O kendisinin anlaşılmadığını zanneder. Tedaviyi kabul etse dahi kendisini tedavi edecek doktordan bile kendisini üstün sayacaktır.
Turgay Adlım.

21 Aralık 2015 Pazartesi

657: Bugün git dün gel





657: Bugün git dün gel Bozuk saat bile günde 2 kez doğruyu gösterir demiş eskiler. AKP’de kırk yılda bir faydalı bir şey yapmaya kalkıştı. 657’yi kaldırmaya karar verdi.
Bence inşallah kaldırır da çünkü 657 demek bugün git yarın gel deme rahatlığını gösteren devlet memurlarının kutsal kitabının ilk maddesi demektir. Vatandaşın ödediği vergiyle maaşla memurun vatandaşın işini yaparken (yani patronuna çalışırken) nazlanmasına müsaade eden bir yasa.
Lise başladığım yıllarda annemden çok duyduğum laftı “aman oğlum devlete kapağı atında; çöpçü olun” üniversiteye kayıt olurken de işittim yine aynı şeyleri. Ama benim hiçbir zaman devlet memuru olmak gibi bir derdim olmadı. Ben gelemem öyle rutin bir hayata bana göre değil… ama bu rutin hayatı tercih edip devlet memuru olanlara bir koltuk bir makam verildi mi o zaman küçük dağları ben yarattım gibi bir havaya bürünüyorlar. Bir atasözü vardır, “Çingeneye beylik vermişler tutmuş babasını asmış” diye aynı o muhabbet…
En kıl olduğum ve hep kaçtığım şey bir devlet dairesinde iş görmektir. Nüfus cüzdanını yenilemeye gitmek benim için işkence… Fotoğrafımı ve yüzümü gören devlet memurunun eniştemin soyadına kadar sorması beni fitil ediyor. Hele hele adliyeye yolum düşerse öldüm bittim o günden kimse iş beklemesin. Memura laf anlatana kadar hayat hikayemin yarısını özet geçmem gerekiyor.
O yüzden bu 657’nin kaldırılıp performans sisteminin getirilmesi en doğrusu! Ayrıca bu sadece bizde geçerli bir kuralda değil. Avrupa ve ABD gibi birçok ülkede performans sistemi uygulanıyor. Tabi bu sistemlerinde kendi içinde sıkıntıları mevcut. Ama Türkiye’ye getirilecek kanunda bu eksiklerin giderileceği ümidiyle mutluyum.
Kısa bir örnek anlatayım size en son SGK’ya yolum düştüğünde öğrendim ki ben Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınmışım. Halbuki öğrenci olduğum için ailemin SSK’sında faydalanıyordum. SGK binasının içinde 3 katı 4 tur dolaşmama rağmen her iki sigortadan da yararlanamadan kapıdan dışarı çıktım. Ahmet’e soruyorum o işle Mehmet ilgileniyor diyor Mehmet’e soruyorum o işe Ahmet bakıyor diyor. Bizde bir laf vardır; “Hasan hasan kel hasan söyle söyle sen usan” diye… aynen o fasıl dert anlatmaktan usandığım için artık kamu binalarının içine girmemeyi tercih ediyorum.
Hiç içimden gelmese de buradan söylüyorum eğer bu kanun çıkarsa gidip AKP il Başkanını tebrik edeceğim.

Kerim Hamitoğlu

18 Aralık 2015 Cuma

Baba kartalın hikayesi



Baba kartalın hikayesi: Baba kartal son günlerde yüksek tepeler üstüne kurduğu yuvasından ayrılamaz hale gelmişti. Göklerde hakimiyetini ilan edercesine bir ömür sürmüştü. Koca kırk yıl... Artık pençeleri sertleşmiş esnekliğini yitirmiş , gagası uzunlaşmış,tüyleri kart ve kalın hale gelmişti. Dünyada yaşayan her canlı için o mutlak sona ağır aksak ilerliyordu. Bazı günler gökyüzünde özgür ve umarsız uçuşan kuşları görürdü ,o anlarda içi derinden bir heyecanla dolar ,gerçek bir kartalın ihtişamlı geçişini onlara göstermek ister,yerinden hızla bir adam atar , koca kanatlarını ihtişamla açmak ister ama bu hareketin devamı gelmez derin bir yorgunluk ve yılgınlıkla yeniden yuvasına dönerdi. Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, hayattaki süresinin tükendiği an gelmişti. Hasta ve yorgun düşmenin tatsızlığı, yaşlanmanın getirdiği azap ve ölümün yok olmanın dehşetini tüm ruhunda hissediyordu. Yaşamak mı ölmek mi ? Ölmenin yok olmanın sonsuzluğu mu? yaşamanın yeniden doğuşun acılı sancılı sürecimi? Karar vermeliydi . Kaldırdı kafasını sonsuzluğun ötelerini görmek için gözlerini kıstı, çok uzun denmeyecek bir zaman diliminde öylece boş gözlerle uzakları daha uzakları gözetledi. Aniden gözlerini kapadı. Nerden geldiği belli olmayan bir ilhamla belki de bir fısıltıyla, başını hızla yukarı kaldırıp gagasını hızla taşlara çalmaya başladı. Her vuruş ona daha büyük acı yaşatıyor ve acının şiddeti durmadan beyninde yankılanıyordu. O durmadan aralıksız vuruyordu ,bir,bir daha ve son darbe uzayan işe yaramayan gagasının kopmasını sağladı. Olduğu yerde titriyordu. Acısını hissetmemeye çalışıyor ama titreyişine engel olamıyordu. Günlerce öylece bekledi, gagasının acısı geçeli bir iki gün olmuştu, başını yerden kaldıramıyordu .Bedeni beslenemediği için zayıf düşmüştü. O an göklerden gelen bereket imdadına yetişmişti ,tüylerinin arasından süzülen bir kaç damla su içerek kendine gelmeye çalıştı. Yeniden çıkmaya başlayan gagasını hissedince içinde bir umut yeşerdi. Gagası her büyüdüğünde o umut daha da büyüyor yeniden doğuşun mutluluğunu küçükte olsa içinde hissediyordu. Gözlerini yeni bir sabaha açtığında, gagasının gençliği ve tazeliği ona büyük bir güç verdi. Artık zaman gelmişti. Başını aşağılara çevirdiğinde o uzun ,sertleşmiş pençeler yok edilmesi geçmişe gömülmesi gerek düşman gibi göründü, öfkelendiğini hissetti; düşman yok edilmeliydi . Bu kartlaşmış pençeler onun bedenine, içinde yeniden yeşermeye başlayan gençlik ateşine ait değildi. Güçlü gagasıyla pençelerine yöneldi . İlk seferki gibi acı hissetmiyor,o acıyla baş edebileceğine inanıyordu. Teker teker çürük bir tahtadan çivi çeker gibi tırnaklarını sökmeye başladı . Yerinden çıkan her tırnak parçası geçmişe gömülmesi gereken anılardan başka bişe değildi . Pençelerinin yerini kanlı et parçasına bırakmıştı. Dur durak bilmeden tüylerine başını çevirdi teker teker hepsini yolmaya başladı. Her kopan tüy geride kalanları unutmasını onu bekleyen gençliğe kavuşmasını hızlandırıyordu . Son tüy koptuğu an kendisini hafifçe yere bıraktı. Artık yeniden doğuş sürecini bekleyebilirdi. Sabırla geçecek bir kaç zaman hepsi bu. Geceleri ay ışığında, yüksek uçurumlar üstünde derin boşluğu izlerken kendini buluyordu. O uçurumdan aşağı süzülürken kendini hayal ediyordu. Böcekleri yiyerek besleniyor, büyük güçlü avların hayalini kuruyordu. Ve derken o muhteşem sabaha uyandı .Geçmiş denilen zalim karanlık geride bırakılmıştı. O yeniden doğmuş, geçliğin verdiği bütün gücü tüm organlarında hissediyordu. Usulca ayağa kalktı bir iki adım attı ve o muhteşem kanatları hızla açtı, Keskin bakışları korkusuzluk ve özgüven doluydu.Uçurumun kenarına geldi ve hızla kendini derin boşluğa bıraktı . O artık yeniden doğmuştu. İnsanoğlu da baba kartal gibi yeniden doğabilir. yaşanan her ne kadar büyük acı veya büyük bir değişiklik olursa olsun kişinin ayakta kalmak için her zaman gücü ve kudreti vardır. Bunun ilk şartı da geçmişin öfkesini, nefretini ve kinini silmekle başlar.Silmek unutmak demek değildir. çünkü insanı "o insan" yapanda onun karakterine yön verende yaşadıkları. gördükleri ve çektikleridir. DEĞİŞİME UĞRAYAN KARTALIN GERÇEK HİKAYESİNDEN ESİNLENEREK YAZILMIŞTIR. Turgay Adlım

Gülmek Ayıbı





Dalıp dalıp gitmemi merak etmissiniz. Hatta hayattan tat almayı bilmez bir divane diyormussunuz kulağıma rastladı sözcükleriniz bir köşe başında. Haklısınız divaneyim, deliyim, avareyim...
Evet hayattan tat almasını bilmezim. Bu sıfatların hiç birisi beni üzmüyor hatta buse olup konuyor yüreğimin ortasına.
Neden mi?
İlk okul çağlarımda doğup büyüdüğüm mahalleden taşınmak zorunda kaldık. İlk okula giderken nede çabuk büyüdün demeyin sakın ha derya Necip Fazıl Kısakürek "Zamanla insanlar değil armutlar olgunlaşır." Konu benim yaşım felan değil zaten. Yeni taşındığımız mahalleye göre eski ,eski ama gerçek mahallem tabiri caizse varoş... Yeni mahallemi tanımak nerede ne var göz aşınalığım olsun en azından boş boş oturmayayım da kafam dağılsın diye geziniyorum boş sokaklarda. Sokaklar boş değil aslında hatta gerçek mahlleme göre insan sayısı çok daha fazla ama dedimya insan(!) sayısı fazla ama sokaklar boş. İşlek iki caddeyi birbirine bağlayan ara sokaklardan birinde yürüyorum. Koca koca binalar afilli arablar arasından geçiyorum. Yorulmuş olamlıyım ki yada can sıkıntısı işte nedense o koca koca binaların birinin bahçe duvarına oturdum. Boş gözlerle etrafımı seyrediyorum. Gözlerimden damla damla yaş süzülüp önce yanaklarımı ıslatıyor sonra dizlerime damlıyor. Kimsecikler görmesin diye utana sıkıla siliyorum göz yaşlarımı malum erkek adam ağlamaz(!). Tam bu sırada sokağın karşısındaki binanın kapısında tekerlekli sandalyede bir abi görundü hemen arkasında da bir abla. Abinin felçli olduğunu tahmin ediyorum bir akrabamızda felçliydi o da tıpkı bu abi gibi buz gibi bakardı dünyaya. Ablanında yüzü asık bakısları hüzünlü. Benim onları seyrettiğimden habersiz binanın bahçesine geçtiler. Abla eğilip abiye birşeyler anattı sonra hızlı bir şekilde binaya doğru yöneldi. Bir iki dakika geçmeden elinde bir sandalye ve bir kitapla geri döndü. Sandalyesini abin sandalyesinin yanına , abinin yüzünü görebilecek bir açıyla yerleştirip oturdu. Kitabı açtı ve okumaya başladı. Dudaklarının kıpırdadığına bakılırsa sesli okuyor olmalıydı. Sayfalar değişiyor ve her değişen sayfada o donuk donuk bakan gözler, hüzünlü simalar canlanıyordu. Onlar orada olduğu sürece izleyecektim onları kafaya koymuştum. Hava serinlemeye başlamıştı. Abla bir koşu içeriye girdi tekrar. Bir iki dakika geçmeden geri geldi elinde bir battaniye ile. Sandalyesini abinin sandalyesine tamamen yasladı ve battaniyeyi omuzlarina örttü öylece oturdular bir süre. Ablada şunu fark ettim abinin gözlerine bakarken,ona dokunurken,onun için birşeyler yaparken yüzü gülüyor, yüzünü göremediği kısa sürelerde yüzü asılıyordu. Sonra bahçeye geldikleri gibi abla önce abiyi binaya götürdü sonra eşyaları. Okuldan fırsat buldukça o sokakta o binanın önünden geçiyorum ve her geçişimde o ikiliyi benzer şekilde görüyorum. Yıllarca böyle devam etti. Öncesini bilmiyorum ama ben 15 sene o sokaktan her geçtiğimde benzer şekillerde gördüm ikisini. Yaşları ilerlemişti özellike abla çok yıpranmış ve sandaleyeyi ilerletmekte zorluk çekmeye başlamıştı. Son zamanlarda bu yüzden olsa gerek bahçeye eskisi kadar çok çıkmıyorlar onun yerine yağmurlu ve soğuk günlerde yaptıkları gibi odanın penceresinin kenarında oturup sokağa bakıyorlar ve öyle zaman geçiriyorlardı.
Bahar günlerinden birinde yine o sokaktan geçerken ablayı sandalye ile savaş ederken gördüm. Savaş diyorum çünkü abla tüm gücü ile sandalyeyi ilerletmeye çalışırken o inat etmiş ilerlememek için direniyordu. Hemen koştum yardım etmeye çalıştım abla utana sıkıla kabul etti yardımımı. Abiyi evin kapısında bıraktım tam dönerken ablanın gözlerine çarptı gözlerim bir kaç damla onur birikmişti göz kapaklarında, birazda mahçupluk. Galiba abiye yetememe ihtiyacıniı karşılayamama hüznüydü bu. Bir kaç sefer daha karşılaştık abla ile benzer koşullarda. Utana sıkıla yardım isteğimi kabul ediyordu. Bir gün çay ikram etti. Abi ben ve abla bahçede oturduk 3 bardak çay getirdi abla. Abinin çayı soğuk. Çay kaşığı ile damla damla içiriyor abla abinin çayını. (Abinin içtiği her damla çay huzur olup çağlıyordu ablada.) Bir taraftanda anlatıyor yaşadıklarını abinin nasıl bu hale geldiğini.Anlattıkça göz pınarları çağlıyor. Abla engellemeye çalışıyor ama pınarlar durmuyor. O günden birkaç gün sonra şehir dışında üniversite kazandım ve şehirden ayrıldım. Önce okul sonra o mahalleden tekrar taşınmamız iş felan derken uzun süre o sokağa yolum düşmedi. Geçenlerde o sokaktan geçtim. O evin önünde gayri ihtiyari durakladım, abi pencerenin kenarinda oturmakta ablam dağ gibi yanı başında yine. Tanıdıkları içinmi yoksa göz göze geldiğimizden mi bilmem abla baş işaretiyle selamladı beni bende karşılık verip ağır adımlarla yoluma devam ettim.

KaraÇocuk

Camdan Kavanoz




Nazım zannettim bir Piraye yolunda. Piraye oldum bir Nazım uğruna.

Uğruna Piraye olduğum. Birkaç adım ötemde durmuş bilgisayar ekranında bir şeyler ile uğraşıyordu. Yanına gidip yine sahte bir soğukluk ile ‘Kolay gelsin.’ bile diyemiyordum. Sanki, ayaklarım patika yola çivilenmiş gibi orada hareketsiz duruyordum. Kalabalık mekanın boş alanında daha ne kadar farkedilmeden onu seyredecektim, bilmiyorum. Üstelik tam yanımda duran devasa yılbaşı ağacı ve onun renkli süsleriyle tam da dikkat çeken bir yerde duruyordum.

Beni kendi mekanına çağıran Fatih’in yanına gitmek ilk defa bu kadar zordu. Kalbim ilk defa ondan korkuyordu. İki hafta sonra tam da ümidimi kesmişken bana ulaşmasına olumlu anlamlar yükleyemezdim. “Hayal kurmak yok.” diyerek sesli bir şekilde kendimi azarladım. Bir senedir her hayalimin sonunda kendimi anlamsız bir hüznün içinde buluyordum. Hatalarımı tekrarlamamalıydım. Oysa kalbim onun en güzel hata olduğunu düşünüyordu.

Her zamanki gibi umursamaz bir şekilde davranabilirim. Her zamanki gibi soğuk bir konuşma yaparak belki de yine onun da gününü berbat edebilirim. Kısaca beni neden çağırdığını sormak ne kadar zor olabilir ki? Birden yanında belirip ‘’Yılbaşını benimle geçirmeyi kabul mü ediyorsun?’’ diye sorabilirim.

Hayır.
Soramam.

Kalbimin sormak istediklerine, dudaklarım engel olur. Soramam ki.

Yolunu kesecek kadar cesur ama ona sevgimi gösteremeyecek kadar da korkağım. Korkuyorum.

Bir adım attım, bir uçumun kenarına yaklaşmış gibi tenimi delip geçen o rüzgar saçlarımı savurdu. “Geç kaldın.” dediğinde kafamın içindekilerle uğraşmaktan bu kadar yakınıma gelişini fark edememiştim. Yutkundum. O teniyle bütünleşen kokusu, bir sigara dumanı gibi tüm boşluklarımı doldurmak istercesine içime yayıldı. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp ‘’Senin geç kalışlarının yanında benimkisi saniyelik bir gecikme olur.’’ diyemedim. “Okuldan geliyorum.” gibi bir cümle kurdum. Yalan söylediğimi nasılda hemen anladı. O dudakları hafifçe sağa doğru kıvrıldı ben de tam oraya kıvrılmak istedim. Bir ömür boyu orada yaşamak ve belki ölmek.

Son nefesimi tam o gülüşünün bittiği yerde vermek istedim.

Bir elini belime koyup beni boş bir masaya yönlendirdi. Sanki dokunuşuyla beni nasıl dağıtacağını bilmiyor gibi. Ben üzerimdeki ceketi boş sandalyeye bırakıp cüzdanımı da masanın üzerine bıraktığım da “Yeni yıl hediyesi olarak çanta alsaydım yine kullanmayacak mıydın?” diye sordu. Ben çanta kullanmaktan hoşlanmazdım. Biliyordu. Sanki çok normalmişim gibi bir de beni tanıyan cümleleriyle iyice beynimin yokluğunu hissettiriyordu. Şaşkın bir ifadeyle sandalyeye oturduğumda “Anlamadım.” diye mırıldandım. Halbuki yeryüzünde onu en iyi ben anlardım. Anlamıştım da anlamak gururumun işine gelmemişti. “Çanta kullanmaktan hoşlanmıyorsun ya ben alsam yine mi kullanmazdın, merak ettim.” derken o da karşıma oturdu. İki elini birleştirip masaya bıraktığında ben de sabırsızca dudaklarımı dişlemekle meşguldum. Gözlerimi korkudan gözleriyle buluşturamıyordum. Garson getirdiği iki çayı masaya bıraktığında cevap vermeyeceğimi anlayarak konuyu değiştirdi. “Dinliyorum.” dediğinde tek kaşımı havaya kaldırırken “Beni sen çağırdın?” dedim.

Yine güldü. Bir güldü, bin çiçek açtı içimde. İçimde büyüyen çiçeklere ‘’Ben çiçek sevmem.’’ diyemedim. Bu adam bana her şeyi sevdiren adamdı.  “Kabul etmeden önce bir kez daha anlatmanı istiyorum Aslı.” dediğinde adımı fısıldayan dudaklarını kendimden kıskandım. ‘’Aslı’’ haricinde başka bir isim söylemesin istedim. Sonsuza dek kulağıma adımı fısıldasın istedim.

Ceketin cebinden çıkardığım paketten bir sigara aldım. O sigarasını yakarken ben sigarayı yakmış iki parmağım arasında izliyordum. Gözlerine bakarak konuşmam gerekiyordu. Derin bir nefes alıp gözlerimi gözlerine çevirdim. “Ortalama bir insanın ömrü ne kadar?” diye sordum. Sandalyesinde geriye yaslanıp sigarayı dudaklarından uzaklaştırırken “Bilmiyorum.” dedi.

“Ben de bilmiyorum. Ama senden tek isteğim ömründen bir günü bana vermen. Ben yılbaşı kavramına çok uzak bir insanım, Fatih. Seninle ilk ve son kez bir yılbaşını kutlamak istiyorum. Tek bir gün diliyorum. Sen ve ben olacağız. Sana karşı içimde yeşeren bu aşka nazaran ‘’aşk ve sevgi’’kelimelerinin tanımının basit kaldığı kalbimi görmeni istiyorum.”

Cümleler döküldü.
Ben döküldüm.

Dizlerim korkudan değil, dudaklarımın cesaretinden titriyordu. Umutsuz ve tek taraflı olarak hayatımı adayacağım bu adamdan dünyanın en basit isteğini istedim. İki hafta bekledim. Tam kabul etmeyeceğini düşündüğümde ‘’Gel.’’ dedi. Öyle bir ‘‘Gel’’ demekti ki bu kimse böyle güzel ‘‘Gel.’’ dememiştir. İnsanoğlu hayatında hiç bu kadar güzel ‘‘Gel.’’ demek görmemiştir.

“Sonra?” diye sordu. Sonra, sonramız olmasın. Sonra, sonrası beni gör. Bu kadın sana nasıl da hayatını heba ediyor, bil. Nasıl senin gülüşünle hayat buluyor, anla. Senin kullandığın o pahalı parfümü nasıl her gün çarşafına boca ediyor, sırf seni yanında hissetmek için bil, diyemedim. “Sonra’’sı yok Fatih. Sonrasında bir daha asla sana bu şekilde yaklaşmayacağım. Asla seni rahatsız etmeyeceğim.”dedim.

Sigarayı dudaklarıma yakınlaştırdığım anda “Yılbaşında…” dedi yutkunarak “Sadece sen ve ben olacağız.” Sevinemedim. ‘’Beni rahatsız etmiyorsun.’’ demedi ya kalbim nasıl da paramparça oldu. Tebessüm ettim. Kendimi kazanmış hissedemedim. ‘’Beklentiler üzer.’’ diye fısıldadı solumdaki, sağımdaki bir umutla ‘Beklemeseydin bir günü de kazanamazdın.’ dedi. Oysa kendimi kazanmış gibi hissetmiyordum.

Eve gitmek için kalktığımda “Hoşça kal” dedi. Sen hoş kal, ben zaten hoşça kalırım, diyemedim. Öpmek için eğildi. Uzun sakalları yüzüme dokundu. Ve bitti. Tüm kırılan parçalarım birbirine koştu ve bir bütün halini aldı. Ağır adımlarla evin yolunu tuttum. Ona verdiğim rahatsızlık mıydı?

Karanlık yoldaki her bir adımımda bana eşlik eden Nazım Hikmet vardı. Bir de bize arkadan yürümesiyle eşlik eden Sabahattin Ali. İki usta bana sessizce eşlik ediyorlardı. “Nazım olup aşka aşık olmak mı?” diyen Nazım’a baktım. “Her şeye rağmen Piraye olup Nazım’a aşık olmak.” dedim. Güldü. Nazım, güldü. Bu nasıl bir gülüştü bilemedim. Tam o sırada Sabahattin Ali’nin gülüşünü hissettim. İşte bunun anlamını biliyordum. “Kınadım. En çok da Raif Efendiyi kınadım. Bilemezdim ki bir Raif Efendi olacağımı.” Karanlık bir Antalya sokağında kendi kendime mırıldandım. Gittiler. İkisi de o an beni orada bırakıp gitti.

Eve girdiğimde ev arkadaşım salondaki köşeli koltukta oturmuş bir elinde sigara diğerinde kahve boş tavana bakıyordu. “Benden daha gerginsin.” diyerek koltuğun kenarına otururken mırıldandım. İrkilerek elindeki kahveyi ortadaki sehpaya bıraktı. Gözleriyle benden bir anlam çıkaramayacağını anlayınca “Sonuç?” diye sordu. ‘Kabul etmedi.’ desem benden önce ölecek gibi duruyordu. “Bir gün. Yeni yılın ilk günü belki benim son günüm olacak. Ama dünyanın en huzurlu kadını olacağım, Zeynep.” dediğimde gözlerini benden kaçırdı. Ağlamıyordu ama kızaran gözlerinden ağlamak istediğini biliyordum. Bildiğim diğer şey ise beni tek anlayanın o olduğuydu. Uzattığı sigarayı almak için eğildim. “Sonra…” dedi.

Sigarayı yaktım. Bu yılın son sigarasıydı. Zeynep’in az önce bıraktığı kahve fincanını alıp bir yudum aldım. Fincanı dudaklarımdan uzaklaştırıp “Sonra, geriye kalan tüm ömrüm boyunca 1 Ocak 2016’yı yaşayacağım.” diye mırıldandım. Bakışlarımı kaldırdığımda karşı duvara yazdığımız ‘‘Kaybettik, Albayım.’’ yazısı yüzümde bir tebessüme sebep oldu. Kaybedişi kabullenmeyerek, kaybettim.

….

Zil sesimizin o beynimi delen sesine aldırış etmeden göz bandımı indirerek kendimi tekrar uyumak üzere hazırladım. Ama kapının önünde her kim varsa zilimize büyük ihtimalle parmağı yapışmıştı. Yani yapışmış olmalıydı ki böylesine aralıksız basıyordu. Panda gözlerinden oluşan uyku bandımı hafifçe kaldırıp yataktan ayaklarımı sarkıttım. Telefona baktığımda saat sabahın sekiziydi. Zeynep sabah yedi gibi evden çıkacaktı. Sinirle ayağa kalktım. Her kimse en güzel günümü böyle başlatmaya hakkı yoktu. Ayaklarımı yere vura vura ilerleyip sinirle kapıyı açtığımda bana bakan şey bir yılbaşı ağacıydı. Benden bile uzun yılbaşı ağacının ardındakini görmek için eğildiğimde “Günaydın.” diye neşeyle şakıyan Fatih’i gördüm. Bir süre eğilmiş bir halde kaldım. Ne yapacağımı bilmeden öylece durdum. Üzerimdeki panda desenli pijamalarım ve tepemde duran uyku bandı ile hayatımı adadığım adama bakmış duruyordum. Ben tepki vermeyince “Kızıl, biraz daha yolumda durursan bu ağacı taşıyan kollarım kopacak. Akşam yılbaşını kutlamak yerine hastaneye gideceğiz.” diyerek tısladı. “Seninle hastane bile güzel olur.” dediğimde yine o eşsiz gülümsemesi yüzüne yerleşti.

Hafifçe çekildiğimde ağaç ile beraber içeriye girdi. Yerde bıraktığı poşetleri görüp onları da içeriye ben taşıdım. Ben salona girdiğimde Fatih, ‘Kaybettik, Albayım.’ yazısının oraya ağacı yerleştiriyordu. Odaya koşarak telefonumu aldım ve tam oradayken bir fotoğrafını çektim. “Ne yapıyorsun?” dediğinde omzumu silkip “En güzel kaybedişimi bir karede anlatmak istiyorum.” diyerek samimiyetsiz bir gülümseme ile ona baktım.

Ağacın üzerine yerleştirdiği renkli küçük ışıltıların kablosunu prize takarken “Üç, iki, bir…” diye mırıldandı. Evin duvarına yansıyan renklere gözüm kaydığında “Masal başlasın.” dedi. Bakışlarımı ona çevirdim. Ağacı son kez kontrol edip düzgünce yerleştirdiğinden emin olduğunda yanıma gelip durdu. Bir elini belime atıp kendine çektiğinde şaşkınlığımı gizleyemeden başımı kaldırıp ona baktım. Dudakları yine o çarpık gülüşe yer hazırlarken “Bugün yalan sözler yok. Bugün sahte davranışlar yok.” dedi ve saçlarıma bir öpücük kondurdu. Ben hala şaşkınca ona bakarken “Sen duş al ben da yılbaşı kahvaltımızı hazırlayacağım.” diyerek beni orada bıraktı. Salondan mutfağa geçtiğinde ayaklarım istemsizce onu takip etti. Defalarca mutfağımıza gelmiş gibi bir dolap ve poşetler arasında gidip geliyordu. İlk hareketinde aradığını buluyordu. Doğru zamanda doğru yerde olan bu adamın doğrusu ben değil miydim? Bu yüzden miydi beni hayatına alamayışı?

Ağrıyan başım için iki ağrı kesici alıp kendimi sıcak bir duşun içine bıraktım. Sıcak su tepemden süzülüyor ve ben buradan çıkmak istemiyordum. Çıktığımda Fatih’i görememekten korkuyordum. Benimle arkadaş bile olmayan bu adamın nasıl bu hale girdiğini anlamıyordum. Kabinin dışında duran havluyu alıp bedenime sardım. Küçük olanı da ıslak saçlarıma sarıp banyodan çıktığımda mutfaktan gelen cazip kokudan ziyade onun kokusunu aldım. Nasıl da dört bir yanı sarmıştı. Nasıl da Fatih kokuyordu. Tüm kokuyu içime çekmek istercesine derin bir nefes alıp, odaya girdim. Akşam Zeynep ile hazırladığımız kıyafetlere baktım. Yılbaşına özel ve abartılı olmayacaktım. Fatih yaratacağım Aslı’yı değil de gerçek Aslı’yı tanıyacaktı.

Siyah dar bir kot üzerine siyah v yaka kısa kazağımı giydim. Gözlerime bir eyeliner çekip parfümü neredeyse tüm bedenime sıktım. Bugün sadece biz değil, kokularımız da bir olacaktı. Birbirine karışıp dünyanın en güzel kokusunu oluşturacaktı. Mutfağa girdiğimde beni fark ederek döndü. Gözlerini ağır ağır üzerimde gezdirdi. Sanki kalbimi bir parmağının ucuna takıp kendine çekmiş gibi hissediyordum. O gözleri bana dokundukça yanarak kül olacağımdan korkuyordum. “Uyum.” diye fısıldadı. Uyum nedir bilseydin beni severdin, diyemedim. Üzerinde boğazlı siyah kazağı ve siyah kot ile uyumdan daha fazlasıydık, diyemedim. Bir elini uzattığında tereddüt etmeden kendimi bir uçurumun kenarından bıraktım. Elini tuttum. Beni kendine çekti. Yüzünü boynuma götürdüğünde kalbimin hızını hissetmesi için ona tamamen sokuldum. “Çok güzel kokuyorsun.” dedi. Başımı hafifçe geriye atıp “Sen bir de Aslı olup, Fatih’i kokla.” dedim.

Bugün dilimin kilidini, odamdaki tozlu kitaplarımın arasına bırakmıştım.

Bugün ilk ve son kez kendime mutlu olma hakkını tanıyordum.

Dudaklarını hafifçe dudaklarıma dokundurdu. “Ölüyorum.” diye fısıldadı dudaklarıma. “Yaşıyorum.” diyerek karşılık verdim.

El ele, kurduğu masanın önüne geldik.

Kırmızı bir örtü üzerinde tam ortaya konulmuş süslü minik bir yılbaşı ağacı vardı. Bir servis tabağı vardı ve altında tabaktan büyük bir yıldız vardı. Renkli, ışıltılı topları masanın üzerine serpmişti. “Neden bir tabak?” diye sordum. “Bugün ‘bir’iz dedi.” Bir nedir bilmeyen adam. Beyaz tabaklara özenle dizilen zeytinlere kaydı bakışlarım. Bana, o güldüğünde ışıldayan gözlerini anımsattı. Gülümsediğimi görünce “Ne oldu?” diye sordu. Sandalyeyi çekip otururken “Bir zeytin bile seni anlatıyor.” dedim. Hiçbir şey söylemeden yanıma oturdu. Zaten ne söyleyecekti ki? Ben onu yaşadığı her anda hisseden bir kadın, o beni yaşamaktan korkan bir adamdı. Masanın kenarındaki rakı şişesi ve önümüzde duran rakı bardağını görünce başımı hafifçe ona çevirdim. “Kahvaltı da Rakı mı?” dediğimde hiç duymadığım ama ömrümün sonuna kadar duymak istediğim bir kahkaha o güzel dudaklarından döküldü. “Bugüne kafamız güzel başlayacağız.” derken rakıyı bardağa doldurdu. Ben şaşkın bakışlarla onu izlerken bardaklara duyu ayarladı ve bir yudum alıp bıraktı. Bardağı masaya bırakmadan elinden aldım. Tam da dudaklarının dokunduğu yeri dudaklarım arasına alıp bir yudum aldım. Bardağı masaya bıraktığımda kenarda ayarladığı buzlardan iki tanesini içine atıp tabağa mezelerden ve kahvaltılıklardan doldurmaya başladı. Bense dirseklerimi masaya dayayıp buzları izledim. İki buz, bardağın içinde bir bütün oldu. “Buzlar bile kavuştu.” dedim. Yine bir şey söylemedi.

O iştahla yedi. Bense dirseğime yaslanarak onu izledim. Telefonu tekrar çıkarıp bir fotoğrafını çektiğimde bana gülümsedi ve çatalla bir parça peyniri uzattı. Uzanıp peyniri ağzıma aldığımda peşinden kopardığı küçük ekmeği tıkıştırdı. Ben yemedikçe o yedirdi. O beni gülüşüyle doyuran adam şimdi de elleriyle doyuruyordu. Aç hissetmediğim halde sırf o yediriyor diye uzattıklarını reddetmedim. Rakıdan bir yudum alıp geriye doğru yaslandı. Sırtını yasladığı sandalyeyi sevdim. Bundan sonra her seferinde o sandalyeye oturup onu hissedecek olmayı sevdim. Gözlerimi kapatıp tüm kokusunu içime çektim. Bir anda ayağa kalkmasıyla gözlerimi açıp ona baktım. “Gel” diye elini uzattığında, elini tutarsam gider diye korktum. Bir eline baktım, bir de kaybettiklerime ve tuttum elini. ‘Hiç bırakmayacakmış gibi tutsaydın.’ diyemedim. Beni tezgahın önüne sürükledi. Elini elimden çekerken kalbim ağladı. “Yılbaşı kurabiyesi yapacağız.” dediğinde gözlerimi bu anlamsız heyecanına devirmeden duramadım. Benimle olduğu için heyecanlanmayan adam karşıma geçmiş bir çocuk gibi kurabiye yapacak diye heyecanlanıyordu. Kıskandım. “Bir kurabiye kadar olamadık.” diye mırıldanırken eğilip bir kap çıkardım. Malzemeleri bulduğu tarife göre sırayla kabın içine doldurduğunda az önce onun tuttuğu elimi hamur ile buluşturdum. Tüm bu kurabiye faslından sonra elimi yıkayacak olmamaüzüldüm. Fatih’in tuttuğu elimi bir kurabiye yüzünden yıkamaktan nefret edecektim. Ama gözlerindeki o çocukça pırıltı tüm hüznümü silip attı.

Hamuru yoğururken cebinden çıkardığı sigarasını yakıp içmeye başladı. Karısının doğumunu bekleyen bir adam gibi telaşlıydı. Kıvama gelen hamuru toplayıp tezgahın üzerine aldığımda iki parmağı arasında tuttuğu sigarayı bana uzattı. Az önce iki dudağı arasında olan sigara benim dudaklarımla buluştu. Tüm hücrelerime doldurduğum bu zehirli duman, benim hayatımda içtiğim tüm sigaralara bedel oldu. Sigarayı dudaklarımdan çektiğinde “Ellerini yıka ve gel.” dedim. Sigarayı söndürüp ellerini yıkadığında hamuru açmayı bitirmiştim. Çekmeceden çıkardığım kurabiye kalıplarını tezgaha bıraktım.

Çam ağacı şeklindeki kalıbı alıp ilk kurabiyeyi yaptı. Yüzünde zafer gülümsemesi ile bana döndüğünde “Gördüğüm en güzel ağaç.” diye mırıldandı. Onun bu mutluluğu beni de gülümsetti. “Gördüğüm en güzel adam.” dedim.

Kalp şeklindeki kalıbı alıp hamura bastırdığımda “Gördüğüm en güzel kalp” dedi. Gülümseyerek ona döndüm. “Sen bir de benim kalbimi gör.”

Eline aldığı yıldız kalıbını hamura bastırıp geri çektiğinde “Bak bu da en güzel ağacın üzerine yakışacak olan en güzel yıldız.” dedi. Benden daha çok bu sefer kendi kendine konuşur gibiydi. Gülümseyerek yaptıklarımızı tepsiye dizdim. Onun ağaç kurabiyesinin tepesine yaptığı yıldızı koyarken. “Benim gökyüzümdeki en güzel yıldız, sensin. Ve o yıldızın bir gün kayıp gitmesinden çok korkuyorum.” diye fısıldadım. Gözlerine bakamadım. Umutsuzluğuma umutsuzluk katsın istemedim. Ne göreceğimi bilemeden, ne göreceğimin bilinciyle tepsiyi alarak ondan uzaklaştım. Tepsiyi fırına yerleştirip döndüğümde kalçasını tezgaha yaslamış, kollarını göğsünde birleştirmiş beni izliyordu. “Gördüğüm en güzel kadın.” dedi. “Ve o kadın, her bir zerresi seninle dolu olduğu için bu kadar güzel…” diyerek ona yaklaştım. Kollarımı beline sarıp başımı göğsüne bıraktım. Kulağımı kalbinin üzerine getirerek “Duyduğum en güzel ritim.” diye kendi kendime mırıldandım.

İkimize birer kahve yapmak için su ısıtıcısını çalıştırdım. Kahve bardaklarını çıkarmak için dolabı açtığımda kırmızı bir paket ile göz göze geldim. Paketi alıp açtığımda içinden çıkan kırmızı bir fincan oldu. Üzerinde tonton bir noel baba vardı. Yüzündeki mutlu gülümseme beni de gülümsetti. Bir kahveyi ona döküp üzerine sıcak suyu döktüğümde noel babanın yanındaki beyaz kar tanecikleri belirdi ve hareket etmeye başladılar. Kahveyi karıştırıp salona geçtiğimde “Noel baba çok mutlu olsa gerek. Bu göbeğin başka bir açıklaması olamaz.” dediğimde kısık bir kahkaha atıp koltuğun köşesine koyduğu büyük noel baba ile karşılaştım. Kahveyi sehpaya bırakırken bu sefer kahkaha atan ben oldum. “Adam evimize gelmiş neden söylemiyorsun? Adamın göbeği ile dalga geçiyorum.” diyerek pelüş noel babayı alıp sarıldım. Tam o sırada çam ağacının altındaki yeşil paketi fark ettim. Noel babayı ani bir hareketle Fatih’in kucağına bırakıp ağacın yanına gittim. Bağdaş kurarak oturup paketi kucağıma aldım. Paketin kırmızı kurdelesini açarken Fatih elinde kahve fincanı ile yanıma oturdu. Kurdeleyi çözüp kutuyu açtığımda ağzım bir karış halde kalakaldım.

“Yeni yıl, en çok sana güzel olsun.” diye mırıldanan Fatih’in sesiyle kutunun içindeki okunmaktan yıpranan Nazım Hikmet kitabını elime aldım. Bir damla göz yaşım gururumu dinlemeyip süzüldü ve tam da Fatih’in kitabın üzerine yapıştırdığı ‘Mutlu Yıllar’ notunun üzerine düştü. O mutlu yıllar yazısının mürekkebinin gözyaşımla dağılmasını izledim. Mutluluk benim için bir gözyaşımla dağılabilecek kadar basitti.

Ağacın yanında beliren Nazım bir kulağıma fısıldadı. “Mutluluğun resmini çizebilir misin, Aslı?” Bilmediğim bir duyguyu nasıl resmedeceğim? demek için başımı kaldırdığımda, Nazım gitti. Fatih’in zeytin karası gözleriyle gözlerim buluştu.

“Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
                    içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
                    ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
                        senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
                                     yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
                    biri sen
                    biri de ben.”
Piraye, Nazım’a yazmıştı. Ben ise Fatih’e okudum, defalarca okuyup ezberlediğim bu mektubu. Gözleri gözlerime bakıyor ama kalbime dokunuyordu. Yine söyleyecek bir söz bulamamış gibi durması beni gülümsetti. Bir Nazım kitabıyla gelecek kadar beni tanıyor ama bir cümle kurarak umutsuzluğumu dağıtamıyordu. Nazım belirdi bu sefer Fatih’in arkasında “Piraye!” diye seslendi. Dudaklarımda buruk bir gülümseme oluştu. “Nazım olup aşka aşık olmak isterdim. Piraye oldum bir Nazım uğruna.” diye fısıldadım. Nazım’a konuştum, Fatih duydu.

Nazım gitti.
Fatih kaldı.
Nazım her yalnızlığımda gelecekti.
Fatih ise benim yalnızlığım olacaktı.

Ayağa kalktım. Bir elimle kitabımı sıkıca tutarken diğerini ona uzattım. Elimi tutarak kalktı. Koltuğa oturduk. Birer sigara yakıp ‘Kaybettik, Albayım.’ manzarasını ve altındaki yılbaşı ağacını izledik. Sustuk. Susmalarını bile sevdim. O nefesini verdi. Ben onun verdiği nefesi içime çektim. Yarım sigaramı ona uzattım. Şaşırdı ama aldı. Yarım sigarasını ben aldım. Sigarayı, sigaranın zehrini değil de onu içime katar gibi içtim.  Geriye doğru yaslanınca elimdeki sigarayı söndürüp ona doğru döndüm. “Gülsene” demem ile beraber dudakları o kalbimi esir alangülüşüyle doldu. Yerimden hafifçe kalkarak gülüşünün bittiği o noktayı öptüm. Yüzünü ki elimin arasına aldım.

Gözlerini öptüm. Beni asla istediğim gibi görmeyecek olan gözlerini…
Kirpiklerinde dudaklarımı gezdirdim.
Burnunu öptüm. Benim kokumdan başka kokuyu almasını istemediğim.
Dudaklarımı, dudaklarına bastırdım. Bir süre öylece durdum. Elleri belime gittiğinde geri çekildim.

“Çok acayip bir kadınsın.” dediğinde “Keşke bir de Aslı olup, Fatih’i görebilsen.” dedim.

“Aslı” dedi. Bir ömür boyu ‘’Aslı’’ desin istedim. “Sen öyle bir kadınsın ki. Sevgin kelimelerimi tüketiyor.” diye devam etti.

“Fatih” dedim. Adını bir ömür söylemeye hazırdım. “Bir gün herkes ‘bir kadın bir adamı ancak böyle güzel sever.’ diyecek” dedim. Bir elini başımın arkasına koyarak beni göğsüne doğru çekti. Aşık bir adamdan daha çok aşık bir kadının son anlarını mutlu geçirmesini sağlayan bir adam gibiydi.

Tüm insanlar yeni yıla girecekken ben tüm yılı 1 Ocak’ta bitirecektim. Devamı olmayacaktı. Yaşamanın da bir anlamı kalmayacaktı.


“Aslı” sesi huzuru çağrıştıran bir adamın kulağıma huzur fısıldamasıydı. Kokusunu içime çekerken gözlerimi hiç açmak istemedim. Fatih’in göğsünde uyuyarak yeni bir yıla girmek fena olmazdı, diye düşündüm. Uyandırmaktan pes eder ümidiyle gözlerimi açmadım. Tekrar kulağıma “Aslı” diye fısıldadı. Hareket bile etmedim. Ama “Sen öyle güzel bir kadınsın ki benim kalbim sana sunabileceğim en basit kalp olacak.” diye fısıldadı.

Beni bir tanısan kalbini ve seni nasıl sevdiğimi bir anlasan, o zaman gör kalbini diyemedim. Uyanmak istemedim. Yeni yıla girmek de istemedim. Ama kalbimin hızlı atışını engelleyemedim ve anladı. Uyandığımı anladı. Kulağıma eğilip “Daha hindi dolduracaksın.” diye fısıldadı. Az önceki uyuma numaramı unutup ani bir şekilde başımı kaldırdım. “Hayatım da bir kere bile hindi yapmadım.” dediğimde omuz silkip “Ben de” dedi. Onun bu haline şaşkınca bakarken o çoktan ayaklanıp mutfağa girmişti. Peşinden gittiğimde dolabı açmış tam karşısında duruyordu. “Ne zamandan beri bizim öğrenci dolabımızda hindi var?” diye sorduğumda elindeki hindiyi tezgaha bırakıp “Hazırlıklı geldim.” dedi. Dünyanın en sıradan şeyini yapar gibi yine bana gülümsedi. O gülümsedikçe dünya bir yıllık dönüşünü tamamlamış gibi hissediyordum.

Yanına geçip durduğumda telefonunu tezgaha koymuş hindi tarifini okuyordu. Eğilip ekrana baktığımda elini belime atarak beni kendine çekti. Yapma! Kalbim umut doluyor, diyemedim. Bunu bir ömür yapsın istedim. İç pilav için çıkarttığım malzemelerle pilavı yapmaya çalışırken o da tepsideki kurabiyeleri beyaz bir servis tabağına özenle dizdi. Masanın üzerindekileri toplayıp bulaşık makinesine yerleştirirken ben de onu izliyordum. Her anını kafama kazımak istiyordum. Telefonumu çıkarıp bir fotoğraf daha çektim. Telefonu cebime bırakıp tekrar onu izlemeye başladım. Bu sefer tek bir tabak ve iki kadeh koydu. Rakı bardakları ve yanlarında su bardakları vardı. Beyaz bir vazonun içine noel baba çubuklu şekerleri yerleştirdi. Yılbaşı süslerini masaya rastgele dağıttı. Küçük çam ağacını bu sefer köşeye koydu.

Pilavı pişirirken hindiyi fırına attım. Fatih masaya özenle hazırlarken hindiyi çıkardım ve içine pilavı doldurmaya başladım. Tarife uygun gitmiyordum. Açıkçası ne tarif ne de hindi umurumdaydı. Onun bu kıpırtısı beni de heyecanlandırıyordu. Kızaran hindiyi beyaz geniş tabağa yerleştirdiğimde ellerimi belime yerleştirip yanımda duran Fatih’e “Gördüğün en güzel hindi olduğunu söyle.” dedim. Boğuk bir gülüşü öksürüğü ile saklamaya çalışırken “Gördüğüm en güzel hindi.” dedi. “Biliyorum.” diye karşılık verip tabağı masaya taşıdım.

Dolaptan çıkardığı rakı ve şarap şişelerini bana doğru uzatıp “Hangisi?” diye sordu. “Halil Sezai der ki: Seninle oturup bir Müslüm Gürses şarkısında kadehlerimizi tokuşturamadan ölürsek o da bizim ayıbımız olsun.” dediğimde elindeki şarap şişesi tezgaha bıraktı.
“Ölmeden…” diyerek rakıyı elime tutuşturdu. Ben bardaklara rakıyı dökerken telefonundan bir şeyler yapıp yanıma oturdu. Tam konuşmak için ağzımı açacakken Müslüm Baba’nın sesi salonu doldurdu. ‘Hangimiz düşmedik kara sevdaya?’ dedi Baba beni belki de en çok anlayan haliyle…

Müslüm Baba, sevdayı anlattı. Ben içtim. O söyledi. Kalbim onu dinledi.

Boşalan kadehime rakı doldurmak için uzandığım da Fatih elini elimin üzerine koyup beni rakıdan uzaklaştırdı. “Biraz yemek yemeliyiz.” dedi. Benim kadar o da içmişti. Hindiden biraz alarak tabağa koyduğunda göz göze geldik. İkimizin de onu yiyecek cesareti yok gibi duruyordu. “Önce Beyler…” dediğimde “Bu gece her şeyi aynı anda yapacağız.” dedi. Yüzünde bu sefer sırıtmaya yakın bir ifade vardı. Normalde ne kadar ciddi ve asık suratlıysa bugün benim yanımda bir o kadar çok gülüyordu. Gülümsemelerini sadece bana harcasın isterdim. Sesindeki uyarıcı ve sert tona anlam veremedim. Onu dinleyerek onunla beraber çatalıma bir parça hindi etinden alıp ağzıma attım. Ağzımdaki birkaç tur sonunda yuttuğum şey dünyanın en lezzetsiz ve tatsız yemeği olmuştu. Yüzümün buruşmasına engel olamayan halimle su dolu bardağı kapıp tek bir dikişte tüm suyu içtim. Ben bardağı masaya bıraktığım da o da aynı şekilde su içiyordu. Bardağını bıraktığında bir anda kahkaha atmaya başladık. “Çok kötüydü.” diyerek tüm beceriksizliğimi üstlendim. Kahkaha atarken geriye doğru yaslanıp “Çok, çok kötüydü.” dedi. Yüzünün haline daha çok gülerken “Ben her ihtimale karşı birer lahmacun almıştım.” dediğinde kızmak yerine tüm hayatım boyunca attığım en büyük kahkahayı attım. O lahmacun paketini masaya getirdiğin de “Ölmeden seninle oturup bir lahmacunun soğanını paylaşamadıysak bize de yazıklar olsun.” diye mırıldandığımda yüzündeki şaşkın ifade beni gülümsetti. Sandalyeyi çekip yanıma otururken “Soğan’ı unuttum.” diye mırıldandı. Suç işleyen bir çocuk gibi bakıyordu. Bir elimi elinin üzerine bıraktım. “Beni unutma!” dedim.

Sustu. Bakışlarını benden çekti. Doldurduğu rakı kadehini bir dikişte bitirdi. Kadehi masaya bırakırken “Keşke unutulacak kadar basit olsaydın.” dedi. Her bir harf birer iğne gibi kalbime battı. Hayatına iz olarak kalmak istemeyen kalbim şimdi hayatı boyunca bir yerlerde beni merak etsin diyordu. Aklına sürekli gelmeyeyim. Sürekli beni düşünmesin. Yılda bir gün bu günü hatırlasın istedim.

Kadehler durmak bilmedi. Her kadehi bu günden sonrasını düşünerek içtim. Nazım geldi. Bir köşede arkasını dönük bir şekilde bekledi. Yüreği bu halimi görmeye dayanamadı. Sabahattin Ali ise onun tam zıttı köşedeki duvara yaslandı ve her kadehimde hafif bir tebessümle beni izledi.

Masanın karşısındaki perdesiz pencereden dışarıyı izleyen Fatih’e döndüm. Bir elimde rakı kadehi bir elimde sigara hayatımın en güzel tablosunu izliyordum.

“Senden önce şarkıların sözleri yoktu. Senden önce şiirleri sevmezdim. Senden önce rakının çekilmez bir kokusu ve acı bir tadı vardı. Şimdi her anım için şükrediyorum. Hayatı senin varlığınla yaşamaya başladım. Sokaklar anlamlı geldi. Şiirlerde seni buldum. Rakı’yı artık daha çok seviyorum. Beni bir o, bir de Zeynep anlıyormuş gibi geliyor. Şarkıların sözlerini dinliyorum. Şairlerin mısralarını…” Sözlerimi tamamladığımda bakışlarını bana çevirdi. Omuz silkerek gülümsedim. Kadehi masaya bırakıp ayağa kalktım. “Kale içine gidiyoruz.” dedim. Bir elimle masadan destek almak istediğimde dengemi kaybettim. Bir refleks ile beni belimden tuttu. Ayağa kalktığında başımı kaldırdım. Bir de bu açıdan onu anılarıma kazımak istedim. “Başın mı dönüyor?” diye sordu. Güldüm. “Başımı rakı değil sen döndürüyorsun.” dedim.

Elimi eline indirdim. İkimizin de ceketlerini aldım. Bir an elini çekti elimden. Ağlamak istedim. Ceketimi bana giydirmeye çalıştı yine kırgınlığım geçti. Kendisi de ceketini giydi. Cüzdanımı almak için uzandığımda beni sıkıca kendine doğru çekti. İtiraz etmedim. Kolunun altına girip sıkıca beline sarıldım. O halde yürüdük. Antalya’ya bugün yeni yıl için kar yağsın isterdim. Kar yağsın. Ama yağmur yağdı. “Antalya ağlıyor.” diye fısıldadım. “Her şeye anlam yükleme!” diyerek ikaz etti.

“Bir sana, bir de sensizliğime yüklüyorum tüm anlamları.” dedim.

“Benim için hiç ağladın mı?” diye sordu. “Sen beni hiç üzmedin ki.” dedim. “Hiç mi?” diye sordu tatlı sesiyle. “Bazen kırdın. Ama benim farkımda olmayan adamdan kırgınlıklarımı anlamasını beklemedim.” dedim.

Derin bir nefes aldı. Bir eliyle cebinden sigarasını çıkarıp dudaklarına yerleştirdiğinde ceketimin cebinden çıkardığım çakmakla sigarasını yaktım. Güldü yine, açtı içimde bin çiçek.

“Benim hiç mi kötü bir huyum yok?” diye sordu. Gülümseyerek “Biraz dengesizsin.” dedim ve devam ettim “Ben de dengesizdim. Ta ki sen hayatımın dengesini kurmamı sağlayana dek.” diyerek cümlemi sonlandırdım. Cumhuriyet Meydanı’nın dört bir yanı yılbaşı süsleriyle çevrilmiş haldeydi. Mekanlarda içmek yerine burayı tercih edenler de vardı, alkol almayıp elindeki çekirdekle bir banka oturan da. Ortalarda dolanan bir palyaço ile noel baba oradan oraya koşturuyorlardı. Biraz uzağımızda duran gösterişli çam ağacına takıldı gözüm. O anda tam önümüze atlayan Palyaço uzun bir yılbaşı süsünü boynuma sarıp “Yalnızlık zor mu?” diye sordu. Boyalı yüzünün ardındaki gözlerine baktım. “Yalnızlık güzel.” dedim.

“Erkekler ağlatır mı?” diyerek ikinci sorusunu sordu.

“Erkekler ağlatır. Kadınlar da anlatır.” dedim. Gözünden süzülen bir damla gözyaşını işaret parmağımla sildim. “Ağlama Palyaço, Makyajın Bozulur.” diye fısıldadım. Müjdat Gezen’i anmadan yeni bir yıla girmeyecektim.

Palyaço gitti. Giderken burnuna taktığı kırmızı topu da elimin içine sıkıştırdı. Bir palyaço bana iz bıraktı. Ben ise bunca yıllık hayatımda kimsenin hayatında bir iz olamadım. Elimdeki kırmızı topu cebime koyduğum sırada Fatih “Hiç başkasıyla denedin mi?” diye sordu. Yürümeye devam ederken “Denedim.” diye itiraf ettim. “Denedim. Öyle çok denedim ki. Olmadı. Severim zannettim. Beni seven biri bana ilaç olur dedim. Olmadı. Kimseyi üzmeye hakkım yok dedim ve hayatımın geri kalanında sadece senin gülüşünü düşünmeye karar verdim.”

El ele Kaleiçi sokaklarına girdik. Kaleiçi umutsuzluğumun aynası olan dar sokakları bugün ışıl ışıldı. Her yer 2016’ya hazırdı. Ben hazır değildim. Sokakların da pek keyfi yok gibiydi. Onlarda benim gibi hazır değildi. Renkli şapkalarla oradan oraya giden insanlar beni eğlendirmiyordu. Tam o an da duvardaki yazıyı gördüm. ‘Kaybettik, Albayım.’ yazıyordu. Acı bir gülümseme takıldı dudaklarıma. “Her seferinde kaybedişlerimi hatırlatmayın bana.” diye fısıldadım. Fatih duydu mu bilmiyorum. Duyduysa da bir tepki vermedi. Elimi tutan elini daha da sıkılaştırdı. Sokakta yılbaşı heyecanına kapılan insanlar bana zarar verebilir zannetti. Bilemedi bana en büyük zararı veren kendisiydi.

Noel Baba kostümlü genç bize yaklaşırken “Sevmek mi zor? Sevilmek mi?” diye sordu. Kostümünde kaymış olan göbeğini işaret ederek “Göbeği kaymış bir noel baba olmak.” diyerek gülümsediğimde asık suratının yerini gür kahkahası almıştı. Onun kahkahasına Fatih’in de kahkahası karışınca şaşkın bakışlarımı ona çevirdim. Belime koyduğu eli ile beni sürüklemeye başladığında az önceki Noel Baba hala göbeğini tutarak gülüyordu. Başımı çevirdiğimde bir çam ağacına çarpmaktan son anda kurtulmuştum.

İsyan Meyhanesinin önünden geçerken durdum. Resul Dindar söyledi, ben dinledim. Fatih’in elinden sıkıca tutup onu meyhaneye sürüklemeye başladım. “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda “Bir Resul Dindar şarkısında kadehlerimizi tokuşturamayacaksak bize de yazıklar olsun.” dediğimde meyhanenin kapısından giriş yaptık. İçerisi insan doluydu. Her yer yılbaşı süsleriyle çevrilmiş olsa da salaşlığından hiçbir şey kaybetmemişti. Oturacak tek bir yer yoktu. Elimi bırakıp giden Fatih’i bulmak için bakındığımda iki rakı kadehiyle bana doğru geldiğini gördüm. Yanıma yaklaşıp birini bana uzattı. Gözlerine baktım. Kadehlerimiz buluştu. "Gel seninle bir kez daha ağlayalım. Yaşanmışlara, yaşanmamışlara, bir de hiç yaşanmayacaklara." diyerek bu gece Oğuz Atay’a da selam çaktım. Gülümsedi. Kadehlerimizdeki rakı içimize akarken insanların geri sayımı ile şarkımız yarıda kesildi. Tüm bardağı bitirip duvarın üzerine bıraktığımda Fatih belimden tutarak beni kendine çekti. Önce dudakları dudaklarıma dokundu. Sonra bu dokunuşu hafifçe öpüşmeye dönüştü. Belki hayatım boyunca bir daha dokunamayacağım dudakların tadını çıkarmak istedim.

Mekanda “10” diye bağıranlara kızdım. Saymasınlar istedim.

“9” Zaman dursun istedim,tam şu anda.

“8” Korkuyorum.

“7” Umut hala içimde yeşeren bir tohum.

“6” Beklenti içine girmekten kendimi alıkoyamıyorum.

“5” Piraye olmak istiyor musun diye neden sormadılar?

“4” Raif Efendi, çok özür dilerim.

Fatih dudaklarını dudaklarımdan çekti. Kulağıma doğru eğildi. Kolları bedenime sıkıca sarılırken “3, 2 ve 1 ve en güzel masalsın.” diye fısıldadı. Ben masalları sevmem, diyemedim. Masallar hep güzel sonla biter bizim hikayemizden masal çıkmaz, diyemedim. Nazım belirdi tam arkasında “Piraye!” diye seslendi.

Sıkıca kollarımı boynuna doladım. Başımı boyun girintisine bıraktım. Bu kokuyu sonsuza dek unutmamayı diledim. Yine içimdeki küçük kız ‘Beni sevsin.’ istedi. Bu sefer ben fısıldadım. “
Seni seviyorum. Deli gibi değil gayet aklı başında olarak seviyorum.” Sabahattin Ali belirdi tam orada. Gülümsedi. Gülümsedim.

Meyhaneden çıktık. Tüm insanları yeni yıl mutluluğu ile baş başa bıraktık. Kale içinde küçük bir merdivene kendimi bıraktığımda “Bekle!” diyerek uzaklaştı,beklemek nedir bilmeyen adam. Dirseğimi dizimin üzerine sabitleyip başımı da bir elimin içine aldım. Sarhoşluktan ziyade başım dönüyordu. Ama öyle güzel dönüyordu ki hiç durmasın istedim.

Gözlerim kapanacağı sırada elinde poşetle bana gelen Fatih’i gördüm. Yanıma oturdu. İki pet bardağı çıkardı. Su ve otuz beşlik rakıyı da çıkardı, bir de cebinden bir horoz şekeri. Dudaklarım arasından çıkan inlemeye engel olamadım. Şekerin çubuğuna bantla tutuşturulmuş bir not vardı. Titreyen elimi uzatarak şekeri aldım. Beyaz kağıda aceleyle yazılmış notu aldım. ‘Yalnızlığının üstüne bir de korkaklık mı eklenseydi? Belki korkuyordu; fakat hiç olmazsa yalnız olduğu için, onu kimse göremeyeceği için, karşısına ilk çıkana başvurup içini dökmeden kendini alıkoyabildiği için, belki de korkaklığını itiraf etmeyi çok istediği halde bunu kendine yakıştıramadığı için, kafasında böyle bir resmi güzel bulmadığı için, olduğu yerde kaldı ve bekledi. Bu karışık düzende yaşamadığı bilmediği için ölmeyi bilmek istedi. Yapabileceği tek kahramanlık buydu.’ Kelimelerinin üzerinde işaret parmağımı gezdirdim. Piraye’nin Nazımı, kendisini Oğuz Atay’da bulmuştu. Notu katlayıp şekerle beraber cebime attım. “Yemeyecek misin?” diye sordu. “Senden bana bir de şeker kalsın. Sabahattin Ali derki; Zaten küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim.”

Pet bardaklara rakılarımızı doldurdu. İçimin yangınını bir rakı söndürebilir gibi geldi. İçtim, içtim. Başım döndükçe yüzünü ve bu anı hatırlayamayacağım diye korktum. Duvara tutunup ayağa kalkarken benimle beraber o da kalktı. Rakı şişesinin sonunu getirmeden şişeyi orada öylece bırakıp yürümeye başladık. El ele kale içinden çıktık. “Yürümek istiyorum.” dedim. “Bu soğukta ve bu halde seni yürütmem.” diyerek çağırdığı taksinin arka tarafına beni kendiyle beraber sürükledi. Kapıyı çekip başımı onun omzuna bıraktım. Zaman daralıyordu. Oysa söylemek istediklerim henüz bitmemişti. “Geldik.” diyerek iki eliyle başımı tuttu. Başımı sallayarak kapıyı açtım. Diğer taraftan inip yanıma geldi. Yine belimden tutarak beni kendine yaklaştırdı. Anahtarı çıkarıp kapıyı açtığında bile beni bırakmadı. Odaya geçtim. Peşimden geldi. Ben yatağa oturduğumda birkaç dakika yan odada bir şeyler yaptı. Yanıma geldiğinde eşofmanlarını giydiğini gördüm. Gülümseyerek pantolonumu indirdim. Sonra kazağımı çıkarıp odanın diğer ucuna attım. Başımı kaldırdığımda gözlerindeki şaşkınlığını görerek gülümsedim. “Ben seni uçsuz bucaksız sevmekten utanmazken bu halimden utanacak değilim.” dedim. Anlayışla gülümsedi. Yatağın üzerindeki pijamamı alıp bana giydirdi. Üzerime de beyaz bir tişört geçirdi. Yorganı kaldırıp içine girdim. Işığı kapatıp yanıma geldiğinde “Bu oda ben kokuyor.” dedi. Kıkırdayarak başımı göğsüne koydum. “Benim olduğum her yer sen kokuyor.” diye mırıldandım.

Uyku beni esir almak için kollarını açmıştı. Ama ben uyumak istemiyordum. Sabaha kadar ona bakayım ve her bir zerresini aklıma kazıyayım. Dünyadaki tüm güzel cümleleri ona kurayım. Onunla yapmak istediğim her şeyi yapayım istiyordum.

“Seni seviyorum.” dedim. “Seni öyle çok seviyorum ki bu kelime yetersiz kalıyor. Sana aşığım ama aşk kelimesinden daha ağır. Her gün içimde daha da büyüyorsun. İnsanlara sana olan aşkımı anlatıyorum. Yaşadıklarından utanıyorlar. Bir gülüyorsun, her bir parçam dağılıyor odanın bir köşesine. Ağlamak bile yetersiz. Umutsuzluğu, umut edinen bir kadın oldum. Piraye oldum. Sen ise bir Nazım. Beklerim. Bir gün canın sıkılır, anlatmak istersen bana gel. Bir gün mutluluğunu paylaşmak istersen yine bana gel. Anlatırsan, dinlerim. Gel dersen korkarım ki koşa koşa gelirim. Git dersen gidemem belki ama görünmez olurum. Bir gün değil bin gün benimle olsan sana kuracağım cümleler bitmeyecek. Bir gün öleceğim ve o gün mezar taşımda sadece 31 Aralık 2015 – 01 Ocak 2016 tarihleri yazılı olacak. Mezarımın üzerinde bin çiçek açacak, o bir kere gülüşün ile bana verdiğin çiçekler olacak. Yine de olursa bir gün yak beni ve camdan bir kavanozun içine koyduğun küllerimi odanın en güzel köşesine bırak.”


Boşluk. Elimi yatağın sol tarafındaki boşlukta gezdirdim.
Nazım kulağıma fısıldadı: ‘’Gitti.’’
“Böyle gidilir mi?” diye sordum. Açamadım gözlerimi. Açarsam onsuzluğu görecektim. Belki bir ömür boyu gözlerimi açmayacaktım. Açamazdım. Onsuzluğu bu kadar ani yaşayamazdım. Beklemediğim anda gelen adam, beklemediğim anda gitmişti.

Mırıldandı Sabahattin Ali; “Bir teklif ve bir kabul... Kısa münakaşasız ve hesapsız! Bundan daha güzel bir ayrılık olamazdı.”

Bir damla yaş gözlerimden süzüldüğünde “Aslı” sesiyle irkildim. Gözlerimi koluma silerken doğruldum. Fatih kapının yanında durmuş beni izliyordu. Ağladığımı görmemiş olmasını istedim. Üzerine dün giydiği kıyafetleri giymişti. Gitmeye hazırdı. Oysa ben hazır değildim. “İyi misin?” diye sordu. İyi olmak nedir bilmeyen kadına. “İyiyim.” dedim, iyi olmak nedir bilmeyen halimle. Yatağa çağırmak istedim. Yanıma yatsın ve bir ömür uyandığımda onun yüzünü göreyim istedim. “Gidiyor musun?” diye sordum ayaklarımı yataktan halının üzerine bir yük gibi sarkıtırken. “Henüz değil.” dedi. O an ona aldığım hediye geldi aklıma. Hızlı adımlarla çalışma masasının üzerindeki siyah pakete ulaştım. Elime alıp döndüğümde gitmişti. Çıplak ayaklarımı sürüyerek salona gittiğimde orta sehpaya hazırlanan kahvaltıyı görerek durdum. Fatih koltuğa oturmuştu. Elinde yine bir rakı şişesiyle duruyordu. Beni görünce bardaklara rakıyı boşalttı. Sularını ayarlarken yanına oturdum.

“Sabahları rakı içme huyuna beni de alıştıracaksın.” dedim. Güldü. Bu sefer gülüşündeki kırıklığı hissettim. Kucağımda siyah bir paketle tam yanında oturuyordum. Yine o bildiğim kokusu sarmıştı etrafımı. “Neyin var?” diye sordum. Nefes alışverişinden ruh halini çözdüğüm güzel adam, Fatih: “Sen Aslı’sın sana bir Ferhat gerek. Ben ise bir Fatih’im.” dediğinde gülümsedim. Elimle sakallarına dokunup “Sen Nazım’sın. Ben de Piraye” dedim. Buruk gülüşünü bağışladı bana.

Bana doğru dönüp bağdaş kurarak oturdu. Ben de ona dönerek aynı şekilde oturdum. Dizlerimiz birbirine dokundu. “Ben senin beni sevdiğin gibi seni sevmiyorum.” dedi. Birden gözleri gözlerimdeyken o çok sevdiğim dudaklarından en acı cümle döküldü. Zoraki bir tebessümle başımı eğdim. Sevmemişti. Biliyordum. Dudaklarından dökülünce mi zoruma gidiyordu? Bir elimi kalbimin üzerine koydum. Kırılmış mıydım? Açık yüreği beni kırmış mıydı? Başımı hafifçe kaldırdım. Ağlamamak için sıktığım dudaklarımı araladım. “Ona hakikaten dargın değildim, asla kızmıyordum. Sadece müteessirdim. "Bunun böyle olmaması lazımdı" diyordum. Demek ki beni bir türlü sevemiyordu. Hakkı vardı. Beni hayatımda hiç, hiç kimse sevmemişti.’’ der Sabahattin Ali” O bir cümle ile beni yerle bir eden adamdı. Ben ise onu bir Sabahattin Ali paragrafında seven kadındım. 

“Aslı…” dedi. Bir kez daha adımı ondan duyduğum bu anı hafızama kazıdım. “Sen öyle uçsuz bucaksız seviyorsun ki benim sana olan hislerim bir nokta kadar küçük kalıyor.” dedi.

“Gördüğüm en güzel, nokta.” dedim. Gülmedi.

“Gördüğüm en güzel seven kadın.” dedi.

Hafif bir tebessümle “Görebilseydin, gitmeyi düşünmezdin.” dedim.

“Aslı…” dediğinde bir elimi havaya kaldırıp onu susturdum. “
Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni, asıl bu ümidin boşa çıkması üzüyor. Bundan sonra kendimizi aldatmaya lüzum yok. Artık eskisi gibi apaçık konuşamayız. Bunları ne diye, neyin uğruna feda ettik? Hiç! Her şey bitti mi? Zannetmem. Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak kalmak lazım. Ta birbirimizi tekrar görme ihtiyacını şiddetle duyuncaya kadar. Belki tekrar dost olur ve bu sefer daha akıllı davranırız. Birbirimizden, verebileceğimizden fazla şeyler beklemeyiz ve istemeyiz.” dediğimde “Sabahattin Ali.” dedi.

“Benimle bir Sabahattin Ali paragrafında buluştun ya bu da yeter bana.” dedim. Güldü. Bu benim sevdiğim gülüştü. Gülüşünün bittiği o noktaya işaret parmağımla dokundum. “Kalabalık bir ailenin en küçük çocuğuydum. Bencil oldum çünkü elimdekileri paylaşacağım yaşıtım yoktu. Yine de seni mutlu edebilen kadınları kıskanmadım. Sen mutluyken ben de mutlu oldum. Sevdim. Sana günden güne büyüyen hislerimle büyüdüm. Küçük bir çocuğun bencilliğini geride bıraktım. Lakin bu değişik gülüşünü seven tek kadın olarak kalmak istiyorum. Burayı her şeyden ve herkesten kıskanıyorum. Gülüşünün bittiği bu son noktaya dokunan tek kadın olayım. Başka kimse dokunmasın.” Konuşmadı. Ben de konuşamadım. Konuşacak cümlelerimi yine kendime saklamam gerekecekti.

Ağlamak için hali hazırda bekleyen gözlerimi sıkarak ona hediyesini uzattım. “Mutlu Yıllar, Fatih.” dediğimde paketi eline aldı. Kurdeleyi çözüp kutuyu açtığında o çok sevdiği Behzat Amir’inin kullandığı tespihi gördü. Dudaklarından şaşkın bir “Aslı…” döküldü. Heyecanla parlayan gözlerini son kez görmenin ağırlığı ile kalbim çöktü.

Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıp “Bir rivayete göre Behzat Ç. ve iki arkadaşı ölen dördüncü arkadaşları Adnan’ın isminin baş harfini taşımak için üç tespih yaptırmış. Bu tespihin ucundaki A harfi de Adnan’ın isminin baş harfiymiş. Bu kapıdan çıktığın andan sonra hayatında ölen bir arkadaştan farkım olmayacak. Beni görmeyeceksin. Benim varlığımı bile hissetmeyeceksin. Sana seni sevmeme sözü veremem. Ararsan gelirim. Gel dersen bir gün gelirim. Ama ölen kalbimi bugün buraya gömüyorum ve o A harfini her gördüğünde ölü bir kadın olduğumu hatırla. Seni seviyorum. Bir okyanusun sonsuzluğu gibi ucunu göremediğim bir sevgi ile seviyorum. ” Sustum. Gözümden damlayan bir yaş dudaklarıma doğru indi.


“Sevgin altında eziliyorum.” dediğinde doğrulup gülümsedim. Onun korkaklığı beni büyütmüştü. Ayağa kalkıp kenarda ışıkları yanan ağacın yanına gittim. Prizden fişi çektim.  “Üç, iki, bir. Masal bitti.” diyerek Mutlu Yıllarımı orada ona, heba ettim. Ben bittim. Aşkım büyüdü. Ben büyüdüm.



Kübra Çoban





16 Aralık 2015 Çarşamba

Hiç işiniz gücünüz yok mu beyler sizin?






Hiç işiniz gücünüz yok mu beyler sizin?
Afyon Kocatepe Üniversitesi son yıllarda Medrese olmaya merak sardı sanırım. Adamlar işi gücü bıraktılar sürekli vaaz veriyor. Din diyanet sohbeti yapıyorlar. Efendiler sizin başka işiniz gücünüz yok mu? Gidin kansere çare arayın gidin Türkiye’de teknoloji üretimine bakın. Mikro çipler, cep bilgisayarları yapın. Yeni ekonomi modelleri geliştirin. Gidin Türkçeyi nasıl yabancı kelimelerden ayıklarız diye kafa patlatın. 
Hayır Medrese olunca ne değişecek yani? Siz sanıyor musunuz ki Osmanlı’da Medreseler sadece dine diyanete kafa yoruyorlardı. Astronomi tarihine bakın bakalım medreseler ne iş yapıyormuş. İbn-i Sinayı bir okuyun bakalım. Razi’nin kitaplarına bir göz atın. Ben eminim ki cehaletiniz sizden utanacak, siz cehaletinizden değil!
Ne yapacaksınız yani İslam tarihiyle dinler tarihiyle ahlaklı gençler mi yetiştireceksiniz? Hikaye bunlar? Ahlak dinde değil kalbinizde vicdanınızda gizli! Napacaktınız yani sizin sayenizde yeni bir vahiy mi gelecek? Yeni bir peygamber mi inecek? Çıkarın artık şu kafanızdaki Şeyhülislam kavuğunu da ilme fene yönelin. Yani gidin işinizi yapın….

Kerim Hamitoğlu

Küçük Prens Antoine de Saint Exupery



Küçük Prens’ten anektodlar….
Son zamanlarda hepimizin sık sık kahvenin yanında gördüğümüz kitaplardan biri Küçük Prens.Yazarı Antoine de Saint Exupery.  Her kahve yanına kitap koyan okuyor mu bilmem ama ben çocukken bu kitabı okuyan şanslılardan değilim. İlk basında çalıştığım sıralar, Dinçay Hoca’nın çalışma masasında görmüştüm bu kitabı. Elime alıp incelemeye başladığımda birden ortasında bulmuştum kendimi. Gezegenler arasında ufak bir gezintiye çıkan küçük bir prensin hikayesi. Büyükleri anlamayan ve onlardan çok daha fazla büyük düşünen bir prensin… Akıcı dili ve hayal gücü ile kendine bağlayan bu kitabı tekrar okumak için ve yeğenime ilerleyen zamanlarda okuması için hediye etmek için aldım. Dün yine kendimi bu kitabı okurken buldum. Ve size bu kitaptan alıntılar yapmak için bu köşe yazısını yazıyorum. İyi okumalar dilerim…
* “Burnunun dikine gitse de orada hiç kimse fazla uzağa gidemez.”
* “Doğrusu kimsenin kitabımı hafife alarak okumasını istemem. Bu anıları kağıda dökmek için az acı çekmedim ben.”
* “O zamanlar hiçbir şeyi anlamıyordum. Onu söylediklerine göre değil, yaptıklarına göre değerlendirmeliydim. Etrafına güzel kokular yayıyor, ışık saçıyordu. Ondan asla kaçmamalıydım. Onun o küçük hesaplarının ardındaki gizli sevecenliğini anlamalıydım. Çiçekler öylesine çelişkilidir ki! Bense çiçeğimi sevmeyi bilemeyecek kadar küçüktüm o zamanlar.”
*"Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Saat ilerledikçe de daha mutlu olurum.Dört oldu mu içim kıpır kıpır olur ve ufaktan meraklanırım. Mutluluğun değerini anlamaya başlarım. Ama sen herhangi bir anda çıkıp gelirsen, yüreğim senin için saat kaçta çarpacağını bilemez."
* “Hakikati en iyi kalp gözüyle görebilir insan.Gözler asıl  görülmesi gerekeni göremez.”
* “Gülünü senin için bu kadar önemli kılan ona harcadığın zaman” dedi tilki.
*”Bulundukları yerden hoşnut değiller mi? – Kimse bulunduğu yerden hoşnut değildir.”

Benim kendimi kaybettiğim satırlar bunlardı. Belki siz de farklı satırlarda kendinizi bulabilirsiniz. Küçük Prens’le gezegenler arası bir tura çıkmaya ne dersiniz?

Umudunu asla yitirme






Umudunu asla yitirme: Düş mü desem gerçek mi bilmem. gönlü yiğit olamayanı aklı ermiyor. Vakti zamanında bir çocuk yaşardı,kir pas içinde elleri toprak çatlağı,saçları üç numara traşlı, orman yeşili gözleri vardı... Sınırsızlığın sınırlarını zorlayan hayalleri vardı. Uçmak isterdi mesala dağların,bulutların üzerinde , koşmak isterdi yaban taylarına yoldaş, , televizyonun içine girip insanları mutlu edecek haberler vermek,şirinlerin köyünde yaşayıp Gargamel'i doğduğuna pişman etmek isterdi, ve en çok okumak isterdi ; doğayı,insanı,dünyayı anlamak ve savaşmak için cehaletle... O gülmenin keder,ağlamanın kader olduğuna inanan büyükler gördü, babaların gaddar anaların korkak olduğunu gördü. O şiddeti gördü, gözyaşını gördü. Korkunun kokusunu bildi,gecesi yüzyıl süren sabahlar da karlar buzlar ülkesinde gün ışığına hasret Allah'a yalvaran çocuk elleri gördü,O zemheri yalnızlıklar gördü, çaresizliğin kör kuyusunda umut etti ve asla yitirmedi umudunu hep inandı: büyünce dünyanın daha da güzelleşeceğine uzaklar da bir yerlerde sevgiden nasibini almış bir ülke vardı ve bir gün muhakkak gidecekti. O tebeşirle kara tahtaya keçeden imal silgiye mağlup cevabı söylenmeyen problemler yazdı ve hep merak etti; bir üçgenin iç açıları değil de bir insanın iç acılarının toplamı kaç ederdi? Cevabı olmayan sorular soran bir anarşist kadar ütopik ve papatyaları koparmaya kıyamadığı için sevildiğinden habersiz bir romantikti her zaman Gençliğinde uzaklara ve birde onu tanımayan kadınlara aşıktı. Düşünmek nedir öğretilmemiş cahil cesaret meşhur ,dolu dizgin yaşam da gördü. Bir deli yürek ardınca koştu durdu; toprağından sıyrılırdı her sabah kanı aşiret rüzgarı gibi hoyrat,yılkı tayları kadar yaman, düzlüklere salardı kendinİ ruhu yanar kaynar kazan, kafasında yasak sevişmeler, gönlünde ela gözlü İzmirli dilber , O kara sevdayı da bildi... Oysaki sevdiğinin haberi olmazdı sevildiğinden... İzmir'in güzel kızları vardı onun ise beklemeye övgü şiirleri... Beklemek kaderleridir istasyonların, elvedaların ve kavuşmaların mabedidir. Bitmez bekleyişler son vagona dek ve gelmezdi beklenilen ela gözlerinin büyüsü yürekten çıkmayan sevilen... Beklemekten asla vazgeçmedi. çünkü beklemek umut etmektir sabretmektir sabrını yenilemektir. Beklemekle gelmezdi sevilenler istasyonlara ama sevdiğini karşılayan yine istasyon da bekleyenlerdi. O mukaddesatını maddiyata değişen,haram helal nedir bilmez,namus vicdan umursamaz,haya perdesini taşlayan,yalancılığı şak şaklayan riyakarlar da gördü. Parasıyla efendilik eden nefsine köle, paranın gücüyle güzelleşen çirkinler gördü. Ve asla inanmadı maddiyatın gücüne...Asla baş eğmedi firavunlara inat. Bir tek efendi ALLAH vardı gerisi teferruattı.. O helal ekmek parası, namus belası, canan kaygısı derdine düşen, bu dağdır bu tepedir demeyen, karşılığında içten bir gülüş bekleyen, iman yürekli, çelik bilekli yiğitler de gördü. O dini için , vatanı için, göğsünü siper eden serden geçtiler gördü. Ve inandı Allah var gam yok, umut hep var. Turgay Adlım